–Ben de yiyorum dudaklarım kan içinde.–
Yaprakları uzun zaman önce dökülmüş bir meyve ağacının ince dallarında tomurcuklanmışlar. Ben düşündükçe irileşiyor renk değiştiriyorlar. Ben düşündükçe çiçek tohumları patlıyor gizli odalardan. Böyle açıyor kaygı çiçekleri.
Ben düşündükçe çiçekler serpiliyor. Ovalar, bahçeler, akarsu kenarları arılara, kuşlara boğuluyor. Ben düşündükçe kaygılarım yaşlı ağaç kabuklarının üzerinde yürüyor. Çıtır çıtır. Öldürmek için mi bilmem yeşertmek için mi onları.
Ben düşündükçe gökyüzüne bakıyorum. Kaygılarım çiçek arı kuş olmasa, mesela bulut olsa diyorum, rüzgârın püf deyince dağıttığı.
Ben düşündükçe çiçekler büyüyor ve dökülüyor. Dallar kanlı meyvelerle doluyor. Ellerimle koparıp etli dudaklarına koyuyorum. Sen “pas tadında bunlar” diyorsun ama beni kırmamak için sanırım, yine de yiyorsun. Ben de yiyorum parmaklarım kan içinde.
Gözümü gençliğinden alamıyorum. “Kaygılanacak bunca şey varken neden yanımdasın” diyorsun. Bu sözlere üzülmeyi deniyorum. Üzülmem gerektiğini düşünüyorum. Yanında olmamın bir nedeni olmadığı için. Bunu bilmen gerektiğini düşündüğüm için.
Aşk kelimesiyle kirletmek istemem duygularımı. Öncesiz, sonrasız, doğmamış ve ölmeyecek bir duygu bu. Ben gelmeden çok önce gelmiş de beni bekliyormuş gibi bir duygu.
Elbisendeki dantellere kayıyor gözlerim. Çiçek açmış dallar görüyorum. Kaygısız tertemiz bembeyaz. Ellerini alıyorum avuçlarıma, yüzüme sürüyorum. Kaç yaşında olursa olsun her kadının hayatta en fazla şefkate ihtiyaç duyduğunu geç anladım. Şefkatin merhametten, anne sevgisinden, sahiplik duygusundan farklı olduğunu da. Herhangi bir nedenden değil senin sen olmandan ve sevilmiş olmandan kaynaklanan bir duygu bu. Av şartları nedeniyle genetik olarak neden ve sonuca odaklanan erkeklerin anlaması çok güç bir duygu.
Avuçlarını yüzüme sürüyorum. Kirli duygulardan arınıyorum böylelikle. Gözlerinin önünde toprağa uzanıyorum. Sen de yanıma uzanıyorsun. Birlikte yıldızsız gökyüzüne bakıyoruz. Kaygıyla söndürdüğüm güneş, inmiş pembe bir balon gibi dağların arasına sıkışmış. Az sonra bir çocuk gelecek onu oradan alıp şişirecek biliyorum. Çocukların ölmeyen umutları var. Ne kaygı ne mantık ne gereklilik ne matematik sürebiliyor deli topraklarını. Güneş her gün doğuyorsa bunu çocuklar yapıyor, her gün batıyorsa da yaşlılar.
Seninle yan yana uzanınca bir şeyler yerli yerine oturmuş gibi oluyor. Tetris oyunundaki gibiyiz, gökyüzünden düşmüşüz de boşluk bırakmadan kavuşmuşuz dünyayla. Biliyorum Zeus alacak seni kollarımdan. Biliyorum uzandığın bu toprak parçasından sular kaynayacak dereler çağıldayacak. Kadife yapraklı akça bir ağaç patlayacak. Bin yıl yaşayacak. Kaygılarım karınca kuş ve kertenkele olacak vücudunda dolaşacak. Hepimiz birin parçalarıysak…
Kalbim siyah yırtıcı bir kuş gibi kanatlarını patlatıyor karın boşluğumda. Gideceksin ya aklım karışık. Gitsin diyor içimde birileri, gitsin. Kurtulsun bu kanserli memleketten. Uçup gitsin diyor cahil yığının kör eden karanlığından. Çıksın gitsin diyor, müebbet yemiş aklın parmaklığından. Bireyliğin, farklılığın ve kardeşliğin üçüz bebekler gibi sevildiği o yere gitsin. Kalsın diyor öteki kalsın. Burası onun toprağı. Gitmesi ihanettir bir şeylere. Sevgilisinin saçları gibi sever, okşar yurdunu, parmaklarını arasında gezdirir toprağının. Ölecekse de en güzel toprağa karıştırır bedenini. Bilirim. Gitse de tez elde döner ya gitmeye ne hacet. Kalsın diyor öte yanım kalsın.
Joan Baez – The Boy Monk
Sünmüş beresini büyük kafasına özensizce geçirmiş yaşlı adam kafasını usulca döndürüp bana baktığında sıyrıldım hayallerden. Dimağım üstünü başını temizliyor, toprak parçalarını, tozları, dalları, çiçekleri, rüyaları ve yalanları silkelemek için sertçe vuruyordu kendine. Adam sanki yarım kalmış bir sohbete yeni bir soluk katmak istermiş gibi lafa girdi birden. “Bir devletin iç ve dış politikası vardır“. Bana değil de yanımdaki bir ayağı sakat çocuğa söylüyormuş gibi üzerime alınmadan otobüsün pis camlarından dünyayı seyretmeye koyuldum.
Önden İç Anadolu şivesiyle seslenen kaptan çıkıştı: “İnsanların kafasını da değiştiremezsin ya! Ne yapsın belediye!”. Kapı ağızlarına kadar dolu otobüs, kendisinin ancak sığacağı darlıktaki, sert bir yokuşu tırmanmaya gayret ediyordu. Kaptan otobüse geçiş izni vermeyen otomobillere kızıyordu. Viyolonsel çalan birileri kulağımın içine Bach’tan parçalar çalıyordu. Bach hayallerimi düzene sokuyordu. Ama düzenin kaotik bir durumu vardı. Otobüsün de öyle. Devasa bir plantasyondan dönen köleleri taşıyan lastik tekerlekli bir vagonun içindeydim.
Gözlerimi kapatmalı yaşlı adamın pervasızca dağıttığı hayal dünyamı yeniden kurmalıydım. Otobüse binerken göz göze geldiğim kusurlu güzellikteki kıza baktım, gözlerini yere indirmişti. Kesin az önce bana bakıyordu dedim içimden. Öfkelendim gözlerimi kapattım.
İlk önce korna sesini mi yoksa yüzümün tutunma direğine çarptığını mı duydum hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey dudaklarımdaki kan tadıydı. Hızla açtığım gözlerimi televizyon karlaması gibi bir perdeyle tekrar ve yavaşça kapattım. Dallar kanlı meyvelerle doluyor. Ellerimle koparıp dudaklarına koyuyorum. Sen “pas tadında bunlar” diyorsun ama beni kırmamak için sanırım, yine de yiyorsun. Ben de yiyorum dudaklarım kan içinde.
Dionosfer HENRY